Fidel Castro

24 Temmuz 2009 Cuma Yorumunu Paylaş

“Şerefli hakimlerimiz,
Eğer yüreklerinizde ülkeniz, insanlık ve adalet için sevgiden eser varsa dikkatli dinleyiniz. Biliyorum, uzun bir süre için sesim kısılmaya çalışılacak; ülke yönetimi, gerçekleri tüm imkânlarıyla bastırmaya çalışacak, biliyorum. Bir kayıtsızlık halinin içine kıstırılıp gömülmeye çalışıldığımı da biliyorum. Ama haykırışım susturulamayacak. Kendimi en yalnız hissettiğim anda dahi göğsümden bu ses yükselecek. Yüreğim, kimi duyarsız korkakların reddettiğinin aksine bana bu gücü verecek.
Temmuz’un 27’sinde, Pazartesi günü, on sekiz adamımız, dağlardaki bir barakada hükümet güçleriyle çatışma halinde iken radyodan diktatörü dinledim. Bu anları yaşamayanlar ne çeşit bir acı ve öfke halinde olduğumuzu anlayamazlar. O gün, insanlarımızın hürriyeti için beslediğimiz ümitler, yıkıntıların ve kayıplarımızın altında kalmış iken; bu umutların paramparça oluşundan adeta şeytanca bir zevk duyan, daha önce hiç olmadığı kadar küstahça konuşan bir tiranı dinledik.
Kaba, iğrenç ve nefret uyandıran dilinden dökülen yalan ve iftiralar akını, geçen geceden beri kendisinin bilgisi ve onayı dahilinde, inanılmaz derecede insafsız bir katil çete tarafından akıtılan genç insan kanıyla karşılaştırılabilir ancak.
Söylediklerine bir an dahi olsun inanmış olmak, vicdan sahibi bir insanın hayatının geri kalan kısmını utanç ve vicdan azabı içerisinde geçirmesine kâfi gelir. Dinlediğim esnada o iğrenç alnını, üzerinde ‘gerçek’ yazan ve onu sonsuza dek lanetli bırakacak bir mühürle dağlamayı umut dahi edemedim. Çünkü binden fazla adamı, diktatörce buyruklarını yerine getirmek üzere bizimkilerden daha güçlü silahlarla donanmış bir şekilde üstümüze geliyordu.
Moncada Kışlası, bir işkence ve ölüm merkezine dönüştürüldü. Bazı kendini bilmezler, üniformalarını kasap önlüğüne çevirdiler. Duvarlar kana boyandı. Duvarlarda bulunan kurşun izleri, doğrudan yüze nişan alınarak açılan ateşin dehşet veren hatıraları olarak saç, yanık deri ve beyin parçalarıyla kaplandı. Kışlanın etrafındaki çimler, insan kanından yapışkan bir hal almıştı. Küba’nın kaderini yönlendiren bu suçlu eller, bu ölüm mekânının girişine esirler için bir cehennem yazıtı kazımışlardı: ‘Bütün umutlarınızdan vazgeçin…’
Bu dayanılmaz manzarayı örtmeye tenezzül bile etmediler. Yaptıklarını gizleme gereği de duymadılar. Yalanlarıyla insanları kandırdıklarını düşündüler, fakat kendileri aldandılar. Kendilerini hayat ve ölümün üzerinde güç sahibi, kainatın efendileri zannettiler. Fakat gün ağarırken yaptığımız saldırıda yaşadıkları korku, cesetler üzerinde ve kan içerisindeki sefahat ve şölenlerini dağıttı.
Dante, İlahî Komedya’da İnferno’yu (cehennem) dokuz tabakaya ayırır. Adî suçlular yedinci, hırsızlar sekizinci, hainler ise dokuzuncu tabakadadır. Şeytanlar, bu adamın ruhu için, eğer ruhu varsa tabii, cehennemde uygun yeri bulmak için epey zorlanacaklar. Santiago de Cuba’da bu menfur eylemleri başlatan adamın bir kalbi dahi olamaz.
Her toplumda böyle hayvanî güdülere sahip adamlar olur. Vahşiler ve sadistler, etrafta insan kılığında dolaşabilirler. Fakat onlar aslında biraz disiplin ve bazı sosyal davranışlarla dizginlenmiş canavarlardır. Eğer onlara kandan bir nehirden içecek sunulsa nehri kurutana kadar içmeden tatmin olmazlar. Bunlar için bir emir yeterlidir. En iyi ve en asil Kübalılar yok oldu onların ellerinde. En cesurlar, en dürüstler, en idealistler… Diktatör, onları ‘paralı askerler’ olarak nitelendirdi. Halbuki onlar, maaş alan, halkı savunmaları için verilen silahlarla bir zümrenin çıkarlarına hizmet eden en iyi vatandaşlarımızı öldüren adamların ellerinde can veriyorlardı.
Yoldaşlarımıza yapılan işkenceler boyunca onlardan ideolojilerine ihanet etmeleri ve Prio’nun kendilerine para verdiğini söylemeleri istendi. Bu yolla hayatlarını kurtarabileceklerdi. Fakat bu teklifi haksızlığa direnen bir öfkeyle reddettiklerinde ordu işkenceye devam etti. Kimilerinin gözleri çıkarıldı. Fakat hiç kimse teslim olmadı. Hiçbir şikâyet duyulmadı. Merhamet için yalvaran da olmadı. Bizim adamlarımız, erkeklik uzvundan mahrum bırakıldıklarında bile onlara eziyet edenlerin tümünden bin kat daha fazla erkekti. Fotoğraflar yalan söylemez, vücutları parçalara ayrılmış. Başka işkence metotları da kullanılmış. Erkeklerin bu cesaretinden dolayı hüsran içinde olan kadınlarımızın üzerine gidilmiş. Yoldaşlarımız Melba Hernandez ve Haydee Santamaria’nın bulunduğu hücreye ellerinde bir insan gözüyle birlikte birkaç kişi girmiş ve gözü işaret ederek Santamaria’ya: ‘Bu kardeşine ait, bize söylemediklerini sen de söylemezsen diğerini de çıkaracağız’ demişler. O da tam bir kararlılıkla: ‘Tek gözünü çıkardığınız halde ondan bir şey alamadıysanız benden de daha fazlasını alamazsınız’ cevabını vermiş. İşkence için tekrar geri dönüp kollarında sigara söndürdükten sonra nefretle yüzüne haykırmışlar: ‘Artık nişanlın yok, onu da öldürdük!’ Santamaria tüm metanetiyle karşılık vermiş: ‘O ölü değil, kendi ülkesi için ölen biri sonsuza dek yaşar…” Küba kadınının kahramanlığı ve asaleti bu dereceye yükselmiştir artık.
Biz Kübalıyız, Kübalı olmak beraberinde bir görev de getirir. Onu yapmamak suçtur, vatana ihanettir. Ülkemizin tarihinden gurur duyuyoruz. Tarihimizi okulda öğrendik. Özgürlük, adalet ve insan hakları kavramlarını duyarak yetiştik. Kahramanlarımızın aziz hatırasına saygı duymak öğretildi bizlere. Cespedes, Agramonte, Maceo, Gomez ve Marti, zihinlerimize işlenen ilk isimlerdi. Titan’ın bir zamanlar ‘Hürriyet dilenilmez, kılıçla kazanılır’ dediği öğretildi. Dünyada yeteri kadar ışık olması gerektiği kadar belli bir derecede şeref ve haysiyet de olmalıdır. Arsızların sayıları çoğaldığı zaman kendi içlerinde birçok insanın şerefini taşıyabilen insanlar daima olacaktır. Bu insanlar, özgürlüğü, yani insan haysiyetini çalanlara güçle karşı koyan insanlardır. O adamların içinde binlerce insan vardır. Bütün insanlık vardır, insanlık onuru vardır.
Bizlere 10 Ekim’ler ve 24 Şubat’lar, yani Kübalıların zorba hükümetin boyunduruğuna başkaldırdığı tarihler ulusal bayram günleri olarak öğretildi. Aziz bayrağımız üzerine titrememiz ve onu savunmamız gerektiği, her öğleden sonra ulusal marşımızda söylediğimiz gibi ‘Zincirle yaşamanın bir zillet, vatan için ölmenin ise sonsuza dek yaşamak’ olduğu öğretildi.
Bugün, beşikten itibaren öğrenilen bu fikirleri uygulamaya koymak isteyenlere yönelik cinayetler ve mahkumiyetler olmasına rağmen biz bunları öğrendik ve bir daha asla unutmayacağız. Bizler atalarımızdan miras, bağımsız bir ülkede doğduk ve bu böyle devam edecektir.
Marti’nin fikirlerinin, ardından gelen yüzyıl içerisinde tükeneceği zannediliyordu. Hatırası sonsuza dek sönmüş sanıldı önceleri. O kadar hakaret edilmişti ki… Ama o ölmedi, yaşıyor. Halkı zulme başkaldırıyor. İnsanları değerli. Halkı öyle vefakâr çıktı ki… Onun doktrinlerini savunurken ölen Kübalılar var. Yaralı genç Kübalılar, adeta döktükleri kanlarla onun ülkesi, milleti için yaşamasını istercesine son nefeslerini yine onun mezarı başında veriyorlar. Küba! Başına gelecekleri bilseydin Marti’nin ölmesine izin verir miydin?
Savunmamın sonuna geldim ama avukatların yaptığı gibi sanığın affını istemeyeceğim. Yoldaşlarım Pines Adası hapishanesinde ıstırap çekerken kendim için hürriyet isteyemem. Beni oraya, onların yanına, kaderlerini paylaşmak üzere gönderin. Başkanı suçlu ve hırsız olan bir ülkede dürüst insanların ölmüş ya da hapiste olması anlaşılır bir durumdur.
Biliyorum, mahkumiyet benim için kolay olmayacak. Ama korkmuyorum. Yoldaşlarımdan yetmişinin canını alan bu diktatörün gazabından korkmuyorum. Beni mahkum edin! Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır.”

0 yorum »

Düşüncelerini Yaz!