[ 24 Ocak 2010 Pazar | 0 yorum ]
| 0 yorum ]
[ 8 Aralık 2009 Salı | 0 yorum ]




[ 11 Ağustos 2009 Salı | ]


Martin Luther King

[ 24 Temmuz 2009 Cuma | 0 yorum ]
“Bugün diyorum ki dostlarım, şu anın ve yarının getireceği güçlüklere ve engellemelere rağmen
hala bir rüyam var benim. Amerikan Rüyası içinde derinden yer edinmiş bir rüya.
Bir rüyam var: Gün gelecek bu ulus, ayağa kalkıp kendi inancını gerçek anlamıyla
yaşayacak; “Şunu kendinden menkul bir gerçek kabul ederiz ki, bütün insanlar eşit
yaratılmıştır.”
Bir rüyam var: Gün gelecek eski kölelerin evlatlarıyla eski köle sahiplerinin evlatları,
Georgia’nın kızıl tepelerinde kardeşlik sofrasına birlikte oturacaklar.
Bir rüyam var: Gün gelecek, adaletsizliğin ve eziyetin sıcağıyla bunalıp
çölleşmiş olan Missisippi Eyaleti bile, bir özgürlük ve adalet vahasına
dönüşecek.
Bir rüyam var: Gün gelecek dört küçük çocuğum, derilerinin rengine göre değil
karakterlerine göre değerlendirildikleri bir ülkede yaşayacaklar.
Bugün bir rüyam var!
Bir rüyam var: Gün gelecek ahlaksılz ırkçılarıyla, "müdahale etme ve "etkisiz hale getirme"
kelimelerini dilinden düşürmeyen valisiyle Alabama, işte tam orada Alabama'da, küçük siyah
oğlanlar ve kızlar; küçük beyaz oğlanlar ve beyaz kızlarla el ele tutuşma şansına sahip olacaklar.
Bugün bir rüyam var!
Bir rüyam var: Gün gelecek her vadi yüceltilecek, her tepe ve her dağ alçaltılacak, engebeli alanlar
engebesiz hale getirilecek ve eğri büğrü bölümler dümdüz olacak; Tanrı'nın zaferi ortaya çıkacak ve
bütün bedenler bunu birlikte izleyecekler.

Gandhi

| 0 yorum ]
‘Onlara karşı en büyük saldırıya hazırlandığım anda bile, kalbimde İngilizlere karşı nefret olamaz’

Mohandas Gandhi (1869-1948), ya da daha bilindik ismiyle Mahatma (Yüce Ruh) Gandhi, İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesi veren Hint milliyetçi hareketinin lideriydi. Ama daha çok Hint ulusunun babası olarak zihinlere kazındı. Politik kariyeri boyunca onu zirveye çıkaran, politik ve sosyal ilerleme adına şiddeti reddeden politikaları benimsemesi oldu.
Gandhi, üniversiteden sonra İngiltere’de avukatlık yaptı. 1891’de Güney Afrika’ya giderek bir Hint hukuk şirketi namına çalışmaya başladı. İlk olarak orada ırk ayrımcılığının çirkin yüzüyle karşılaştı. Dayak yedi, otellerden ve trenlerden kovuldu. Yılmadı. Güney Afrika’daki Hintlileri haklarına sahip çıkmaları için örgütlemeye başladı. 1894’te Hint asıllıların oy verme hakkını ellerinden alan düzenlemeye karşı çıkmasıyla birlikte, önde gelen politik eylemcilerden biri olarak sivrilmeye başladı. Her ne kadar söz konusu düzenlemeyi engelleyemese de, bir kez sesini duyurmuştu.
Güney Afrika’dayken geliştirdiği şiddetsizlik politikasıyla (satyagraha-gerçeğe adanma) yanlışlara kendince karşı çıkmaya başladı. Şiddet içermeyen direnişi yedi yıl sürdü, yüzlerce kişi hapse atıldı ama en sonunda ırkçı Güney Afrika hükümeti, İngiliz ve Hindistan’ın da baskısıyla pes etti. Nihayet uzlaşma sağlanmıştı. Gandhi 1914’te ülkesi Hindistan’a döndüğünde bir kahraman gibi karşılanacaktı.
Fakat 1919’da Hindistan’ın hakimi İngilizler, fesat çıkardıkları iddiasıyla bazı Hintlileri hapsetti. Bunun üzerine Gandhi bir kez daha sahneye çıktı ve yeni bir satyagraha ilan etti. Hindistan sallandı. Amritsar katliamı olarak bilinen olayda İngilizler 400 Hintliyi öldürdü. 1920’ye gelindiğinde Gandhi, Hint politik yaşamının tek gündem maddesi olmuştu. Hint Ulusal Kongresi’ni kurdu ve İngiliz yönetimine karşı, İngiliz kurum ve mallarının boykotunu da içeren, barışçı sivil itaatsizlik hareketini başlattı. Binlerce kişi tutuklandı. Hatta Gandhi taraftarları, İngiliz yasalarına karşı verdikleri bu mücadelede, hapse girmek için güle oynaya kuyruk oluşturuyordu!
Tüm şiddeti dışlama çabalarına rağmen Gandhi, Mart 1922’de 6 yıl hapis cezasına çarptırılmaktan kurtulamadı. İki yıl sonra serbest bırakıldığında ülkedeki siyasî manzara oldukça değişmişti. Ulusal Kongre bölünmüş, Müslümanlarla Hinduların birlikteliği sona ermişti. Gandhi’nin politik etkinliği azalmıştı. Ta ki 1928 Aralık’ındaki Kalküta Kongresi’ne kadar. Gandhi bu kongrede, Hindistan için dominyon statüsü talep etmiş, aksi takdirde tam bağımsızlık için ulusal bir kampanya başlatma tehdidini savurmuştu. 1931’de Hint Ulusal Kongresi’nin tek temsilcisi olarak Londra’daki yuvarlak masa toplantısına katılmış, ama şiddetsizlik politikasının politik bir amaç olarak kullanılması üzerine partiden istifa etmişti.
1945’te İngiltere’deki yeni İşçi Partisi hükümetinin başlattığı müzakereler, 1947’de Mountbatten Planı ile sona erdiğinde, iki yeni dominyon ortaya çıkıyordu: Hindistan ve Pakistan. Ardından Hindularla Müslümanlar arasında çatışmalar patlak verdi. Gandhi, sükunet çağrılarına kulak verilmeyince, oruca başladı. Bilgenin, pasifizm içeren bu yaklaşımı bir kez daha ses getirdi; Kalküta ve Delhi’deki ayaklanmalar sona erdi. Ama Gandhi, bundan kısa bir süre sonra, Delhi’de, Müslümanlara olan sıcak ve barışçıl yaklaşımından hoşlanmayan Nathuram Godse adlı Hindu bir fanatik tarafından öldürüldüğünde, ardında, politik tarihin en etkin sonuç alma yöntemlerinden olan ‘sivil itaatsizliği’ ve ‘şiddetsizliği’ bırakıyordu. Gandhi, işgalci bir güce karşı hiç şiddete başvurmadan da mücadele edilebileceğini ve başarıya ulaşılabileceğini tüm dünyaya göstermişti.
Şüphesiz ki Gandhi, siyasî kariyeri boyunca birçok önemli konuşma yapmıştı. Ama Hint Ulusal Kongresi’nde, 7 Ağustos 1942’de, İkinci Dünya Savaşı’nın en sıcak günlerinde yaptığı konuşma, onun şiddetten uzak durma felsefesini sergilemesi ve aynı zamanda düşmanına dahi insan olmasından dolayı duyduğu saygıyı göstermesi açısından büyük bir öneme sahiptir.
***
“Kalplerinde İngilizler için nefret besleyenler var. İngilizlerden tiksindiklerini söyleyen insanlar olduğunu duyuyorum. Sıradan insanların zihni, bir İngiliz ile İngiliz hükümetinin emperyalist politikası arasında ayrım yapmaz. Onlar için ikisi de aynıdır. Japonların ortaya çıkmasına da aldırış etmeyen insanlar olabilir. Belki de bu, onlar açısından, sadece efendilerin değişmesinden başka bir şey değildir. Ama bu tehlikeli bir yaklaşım. Bunu zihninizden atın. Kritik bir zamandayız. Eğer sakin kalır ve kendimize düşen rolü oynamaz isek, doğru bir şey yapmamış olacağız. Eğer bu savaşı yapan sadece İngiltere ve Amerika ise, ve bize düşen anlık bir yardım sağlamaksa, bu yardımı ister gönüllü vermiş olalım, isterse bizden zorla alınmış olsun, yine de hoş bir durum değil. Sadece bizim kendi savaşımız olursa, gerçek öfkemizi ve cesaretimizi gösterebiliriz. İşte o zaman her çocuk cesur olacaktır.
Özgürlüğümüz, gökten düşmeyecek, onu savaşarak alacağız. Yeterli fedakârlığı gösterdiğimizde ve cesaretimizi ispatladığımızda İngilizlerin bize özgürlüğümüzü vermek zorunda kalacaklarını gayet iyi biliyorum. İngilizlere yönelik nefreti kalbimizden söküp atmalıyız. En azından benim kalbimde böyle bir nefret yok. Aslına bakılırsa, İngilizlerin, her zamankinden daha çok dostuyum. Bunun sebebi, şu an büyük bir stres içinde olmaları. Dostluğum, yaptığı hatalardan dolayı onları uyarmamı gerektiriyor. Ben onların kendilerini içinde buldukları durumda olmadığım için, onlara hatalarını gösterebilecek durumdayım. Bir uçurumun eşiğinde ve içine düşmek üzere olduklarını biliyorum. Bundan dolayı, ellerimi kesmek bile isteseler, dostluğum, onları uçurumdan çekip çıkarmamı gerektiriyor. Birçokları gülse de, bu benim yaklaşımım ve bunun doğru olduğunu söylüyorum.
Onlara karşı en büyük saldırıya hazırlandığım anda bile, kalbimde İngilizlere karşı nefret olamaz. ‘Mademki zor durumdalar, o halde bir darbe de ben vurayım’ düşüncesi asla aklıma gelmez. Hiçbir zaman gelmedi de. Tabii ki öfke anında sizi provoke eden şeyler olabilir. Her şeye rağmen şiddete meyletmemelisiniz. Böyle bir şey, şiddetsizlik politikasına sadece utanç ekler. Böyle bir şey olursa bilin ki, nerede olursam olayım beni canlı bulamayacaksınız. Kanları yüzünüzde olacak. Eğer bunu anlamıyorsanız, bu kararımı şimdiden reddetmeniz daha iyi olacaktır. Sizi anlamakta zorlandığınız şeylerden dolayı nasıl suçlayabilirim ki?
Savaşta asla aklınızdan çıkarmamanız gereken tek bir ilke var. Benim inanmadığım gibi siz de asla İngilizlerin başarısız olacağına inanmayın. Onları korkaklar sürüsü olarak görmüyorum. Ve biliyorum ki, İngiltere’deki her ruh, yenilgiyi kabul etmektense, ölmeyi yeğleyecektir. Mağlup edilebilirler ve tıpkı Burma, Malaya ve diğer çekildikleri yerlerde olduğu gibi sizi de, imkân olduğu anda geri alabilme düşüncesiyle, bırakabilirler. Bu onların askerî stratejisi olabilir. Ama şu an bizi bırakmaları durumunda ne olacağını bir düşünelim. Bu durumda buraya Japonlar gelecektir. Japonların gelişi Çin’in, belki de Rusların sonu olacak. Bu tür meselelerde benim hocam, Pandit Jawaharlal Nehru’dur. Ne Rusya’nın ne de Çin’in yenilgisinin aracı olmak istiyorum. Böyle bir durumda kendimden nefret ederim.
Biliyorsunuz, hızlı hareket etmekten hoşlanırım. Ama sizin istediğiniz kadar hızlı hareket etmiyor olabilirim. Belki İngilizler de bilgelikten nasiplerini alacak ve kendileri için savaşmak isteyen onlarca kişiyi hapse atmanın yanlış olduğunu anlayacaklardır. Belki Cinnah’ın da fikirlerinde bir değişiklik olabilir. Şiddetsizlik herkese yardımcı olabilecek, eşi olmayan bir silahtır. Bu yöntemle şu ana kadar çok fazla bir şey elde edemediğimizi biliyorum, bundan dolayı, bu tür değişiklikler meydana gelirse, bunu, son 22 yılda gösterdiğimiz büyük çabalara ve Tanrının bize yardım etmesine yoracağım.
‘Hindistan’ı terk edin’ sloganını seslendirdiğimde, o zaman Hindistan’daki ümitsizliğe kapılmış kişiler, önlerine yeni bir şey koyduğumu sandılar. Gerçek özgürlük istiyorsanız, bir araya gelmek zorundasınız. Bu türden bir araya geliş, şu ana kadar yeltenilmeyen ve şahit olunmayan türden gerçek bir demokrasi meydana çıkartacaktır. Hapisteyken Fransız Devrimi hakkında çok şey okudum. Fransız halkına karşı büyük bir hayranlığım var. Nehru da bana Rus Devrimi hakkında çok şey anlattı. Ama bana kalırsa onların mücadelesi gerçek demokrasi için değil, halk için verilen bir savaştı. Benim demokrasi anlayışıma göre, herkes kendi kendisinin efendisidir. Yeteri kadar tarih okudum ve şiddetsizlik politikası ile geniş ölçekli bir demokrasi kurulduğuna şahit olmadım. Bir kez bunları anlarsanız, o zaman Müslümanlarla Hindular arasındaki farklılıkları da unutacaksınız.
Önünüzdeki çözüm size şunu söylüyor: ‘Su kuyusundaki kurbağalar olarak kalmak istemiyoruz. Dünya federasyonunu hedefliyoruz. Bu da sadece şiddetsizlik politikası ile gerçekleşebilir. Silahsızlanma da, sadece eşi benzeri olmayan şiddetsizlik politikasını benimserseniz gerçekleşebilir.’
Beni hayalperest olarak görenler çıkabilir ama ben iyi bir iş adamıyım ve işim de dirliği sağlamak.
Eğer bu bakışımı paylaşmazsanız üzülmeyeceğim. Aksine beni şu an üzerime yükleyeceğiniz sorumluluktan kurtaracağınız için sevinçle dans edebilirim de.
Şiddetsizliği politik bir araç olarak benimsemenizi istiyorum. Bu benim açımdan bir inanç meselesi, ama siz söz konusu olduğunuzda, bunu bir politika olarak kabul etmenizi istiyorum. Disiplinli askerler olarak bunu özümsemenizi ve mücadeleye katıldığınızda da uygulamanızı istiyorum. Herkes bana 1920’deki adamla aynı kişi olup olmadığımı soruyor. Tek fark, şimdi, bazı konularda, o dönemden daha güçlü olmam.

Fidel Castro

| 0 yorum ]
“Şerefli hakimlerimiz,
Eğer yüreklerinizde ülkeniz, insanlık ve adalet için sevgiden eser varsa dikkatli dinleyiniz. Biliyorum, uzun bir süre için sesim kısılmaya çalışılacak; ülke yönetimi, gerçekleri tüm imkânlarıyla bastırmaya çalışacak, biliyorum. Bir kayıtsızlık halinin içine kıstırılıp gömülmeye çalışıldığımı da biliyorum. Ama haykırışım susturulamayacak. Kendimi en yalnız hissettiğim anda dahi göğsümden bu ses yükselecek. Yüreğim, kimi duyarsız korkakların reddettiğinin aksine bana bu gücü verecek.
Temmuz’un 27’sinde, Pazartesi günü, on sekiz adamımız, dağlardaki bir barakada hükümet güçleriyle çatışma halinde iken radyodan diktatörü dinledim. Bu anları yaşamayanlar ne çeşit bir acı ve öfke halinde olduğumuzu anlayamazlar. O gün, insanlarımızın hürriyeti için beslediğimiz ümitler, yıkıntıların ve kayıplarımızın altında kalmış iken; bu umutların paramparça oluşundan adeta şeytanca bir zevk duyan, daha önce hiç olmadığı kadar küstahça konuşan bir tiranı dinledik.
Kaba, iğrenç ve nefret uyandıran dilinden dökülen yalan ve iftiralar akını, geçen geceden beri kendisinin bilgisi ve onayı dahilinde, inanılmaz derecede insafsız bir katil çete tarafından akıtılan genç insan kanıyla karşılaştırılabilir ancak.
Söylediklerine bir an dahi olsun inanmış olmak, vicdan sahibi bir insanın hayatının geri kalan kısmını utanç ve vicdan azabı içerisinde geçirmesine kâfi gelir. Dinlediğim esnada o iğrenç alnını, üzerinde ‘gerçek’ yazan ve onu sonsuza dek lanetli bırakacak bir mühürle dağlamayı umut dahi edemedim. Çünkü binden fazla adamı, diktatörce buyruklarını yerine getirmek üzere bizimkilerden daha güçlü silahlarla donanmış bir şekilde üstümüze geliyordu.
Moncada Kışlası, bir işkence ve ölüm merkezine dönüştürüldü. Bazı kendini bilmezler, üniformalarını kasap önlüğüne çevirdiler. Duvarlar kana boyandı. Duvarlarda bulunan kurşun izleri, doğrudan yüze nişan alınarak açılan ateşin dehşet veren hatıraları olarak saç, yanık deri ve beyin parçalarıyla kaplandı. Kışlanın etrafındaki çimler, insan kanından yapışkan bir hal almıştı. Küba’nın kaderini yönlendiren bu suçlu eller, bu ölüm mekânının girişine esirler için bir cehennem yazıtı kazımışlardı: ‘Bütün umutlarınızdan vazgeçin…’
Bu dayanılmaz manzarayı örtmeye tenezzül bile etmediler. Yaptıklarını gizleme gereği de duymadılar. Yalanlarıyla insanları kandırdıklarını düşündüler, fakat kendileri aldandılar. Kendilerini hayat ve ölümün üzerinde güç sahibi, kainatın efendileri zannettiler. Fakat gün ağarırken yaptığımız saldırıda yaşadıkları korku, cesetler üzerinde ve kan içerisindeki sefahat ve şölenlerini dağıttı.
Dante, İlahî Komedya’da İnferno’yu (cehennem) dokuz tabakaya ayırır. Adî suçlular yedinci, hırsızlar sekizinci, hainler ise dokuzuncu tabakadadır. Şeytanlar, bu adamın ruhu için, eğer ruhu varsa tabii, cehennemde uygun yeri bulmak için epey zorlanacaklar. Santiago de Cuba’da bu menfur eylemleri başlatan adamın bir kalbi dahi olamaz.
Her toplumda böyle hayvanî güdülere sahip adamlar olur. Vahşiler ve sadistler, etrafta insan kılığında dolaşabilirler. Fakat onlar aslında biraz disiplin ve bazı sosyal davranışlarla dizginlenmiş canavarlardır. Eğer onlara kandan bir nehirden içecek sunulsa nehri kurutana kadar içmeden tatmin olmazlar. Bunlar için bir emir yeterlidir. En iyi ve en asil Kübalılar yok oldu onların ellerinde. En cesurlar, en dürüstler, en idealistler… Diktatör, onları ‘paralı askerler’ olarak nitelendirdi. Halbuki onlar, maaş alan, halkı savunmaları için verilen silahlarla bir zümrenin çıkarlarına hizmet eden en iyi vatandaşlarımızı öldüren adamların ellerinde can veriyorlardı.
Yoldaşlarımıza yapılan işkenceler boyunca onlardan ideolojilerine ihanet etmeleri ve Prio’nun kendilerine para verdiğini söylemeleri istendi. Bu yolla hayatlarını kurtarabileceklerdi. Fakat bu teklifi haksızlığa direnen bir öfkeyle reddettiklerinde ordu işkenceye devam etti. Kimilerinin gözleri çıkarıldı. Fakat hiç kimse teslim olmadı. Hiçbir şikâyet duyulmadı. Merhamet için yalvaran da olmadı. Bizim adamlarımız, erkeklik uzvundan mahrum bırakıldıklarında bile onlara eziyet edenlerin tümünden bin kat daha fazla erkekti. Fotoğraflar yalan söylemez, vücutları parçalara ayrılmış. Başka işkence metotları da kullanılmış. Erkeklerin bu cesaretinden dolayı hüsran içinde olan kadınlarımızın üzerine gidilmiş. Yoldaşlarımız Melba Hernandez ve Haydee Santamaria’nın bulunduğu hücreye ellerinde bir insan gözüyle birlikte birkaç kişi girmiş ve gözü işaret ederek Santamaria’ya: ‘Bu kardeşine ait, bize söylemediklerini sen de söylemezsen diğerini de çıkaracağız’ demişler. O da tam bir kararlılıkla: ‘Tek gözünü çıkardığınız halde ondan bir şey alamadıysanız benden de daha fazlasını alamazsınız’ cevabını vermiş. İşkence için tekrar geri dönüp kollarında sigara söndürdükten sonra nefretle yüzüne haykırmışlar: ‘Artık nişanlın yok, onu da öldürdük!’ Santamaria tüm metanetiyle karşılık vermiş: ‘O ölü değil, kendi ülkesi için ölen biri sonsuza dek yaşar…” Küba kadınının kahramanlığı ve asaleti bu dereceye yükselmiştir artık.
Biz Kübalıyız, Kübalı olmak beraberinde bir görev de getirir. Onu yapmamak suçtur, vatana ihanettir. Ülkemizin tarihinden gurur duyuyoruz. Tarihimizi okulda öğrendik. Özgürlük, adalet ve insan hakları kavramlarını duyarak yetiştik. Kahramanlarımızın aziz hatırasına saygı duymak öğretildi bizlere. Cespedes, Agramonte, Maceo, Gomez ve Marti, zihinlerimize işlenen ilk isimlerdi. Titan’ın bir zamanlar ‘Hürriyet dilenilmez, kılıçla kazanılır’ dediği öğretildi. Dünyada yeteri kadar ışık olması gerektiği kadar belli bir derecede şeref ve haysiyet de olmalıdır. Arsızların sayıları çoğaldığı zaman kendi içlerinde birçok insanın şerefini taşıyabilen insanlar daima olacaktır. Bu insanlar, özgürlüğü, yani insan haysiyetini çalanlara güçle karşı koyan insanlardır. O adamların içinde binlerce insan vardır. Bütün insanlık vardır, insanlık onuru vardır.
Bizlere 10 Ekim’ler ve 24 Şubat’lar, yani Kübalıların zorba hükümetin boyunduruğuna başkaldırdığı tarihler ulusal bayram günleri olarak öğretildi. Aziz bayrağımız üzerine titrememiz ve onu savunmamız gerektiği, her öğleden sonra ulusal marşımızda söylediğimiz gibi ‘Zincirle yaşamanın bir zillet, vatan için ölmenin ise sonsuza dek yaşamak’ olduğu öğretildi.
Bugün, beşikten itibaren öğrenilen bu fikirleri uygulamaya koymak isteyenlere yönelik cinayetler ve mahkumiyetler olmasına rağmen biz bunları öğrendik ve bir daha asla unutmayacağız. Bizler atalarımızdan miras, bağımsız bir ülkede doğduk ve bu böyle devam edecektir.
Marti’nin fikirlerinin, ardından gelen yüzyıl içerisinde tükeneceği zannediliyordu. Hatırası sonsuza dek sönmüş sanıldı önceleri. O kadar hakaret edilmişti ki… Ama o ölmedi, yaşıyor. Halkı zulme başkaldırıyor. İnsanları değerli. Halkı öyle vefakâr çıktı ki… Onun doktrinlerini savunurken ölen Kübalılar var. Yaralı genç Kübalılar, adeta döktükleri kanlarla onun ülkesi, milleti için yaşamasını istercesine son nefeslerini yine onun mezarı başında veriyorlar. Küba! Başına gelecekleri bilseydin Marti’nin ölmesine izin verir miydin?
Savunmamın sonuna geldim ama avukatların yaptığı gibi sanığın affını istemeyeceğim. Yoldaşlarım Pines Adası hapishanesinde ıstırap çekerken kendim için hürriyet isteyemem. Beni oraya, onların yanına, kaderlerini paylaşmak üzere gönderin. Başkanı suçlu ve hırsız olan bir ülkede dürüst insanların ölmüş ya da hapiste olması anlaşılır bir durumdur.
Biliyorum, mahkumiyet benim için kolay olmayacak. Ama korkmuyorum. Yoldaşlarımdan yetmişinin canını alan bu diktatörün gazabından korkmuyorum. Beni mahkum edin! Sorun değil. Tarih beni aklayacaktır.”